Hayat, Tatlı Zehir: Aydın Boysan Kitabı





Söyleşi: Ümit Bayazoğlu
T. İş Bankası Kültür Yayınları
İstanbul, 2007, 2. baskı, 16 x 24 cm., 440 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.


Şişedibi gözlüğün içinden hınzır bir zeka ve hayırhah bir mutlulukla parıldayan iki göz ile kahkahalar eşliğinde bolca neşeli söz: Aydın Boysan. Birsohbet adamı, o.

Yolu-yordamıyla, mezesiyle, demiyle, muhabbetiyle sohbetlerin adamı.

60’ından sonra yazarlığa başladığından bu yana öylesine geride kaldı ki, unutuldu sayılır; aslında 55 yıl hizmet vermiş başarılı bir mimar.

Cesurca yaşamış, bilmediği denizlere açılmaktan çekinmemiş, uzun hayatında yaşadıklarından ve dostluklarından süzdüklerini, 'feylosofça' sentezlemiş bir hayat bilgesi..
 

Yazlık - Gülse Birsel





Kitabın Yazarı :  Gülse BİRSEL 

Kitabın Yayınevi :  Turkuvaz Kitap 

Basım Tarihi :   Temmuz 2011 



Zor bir yıldı, kabul edin. Dünyanın başına gelmedik kalmadı.

Doğal afet, siyasi skandallar, kavga dövüş, ayaklanma, gerim gerim gerildik...

Güneşi, aydınlığı özledik...

Karamsarlık adamı hasta eder, dert, tasa ülser yapar, hüzün cildi kırıştırır, 'Of'layıp durmak çevreyi kirletir!

Bir ara verin. Tatil yapın. Beyninizi gezmeye çıkartın.

Bu kitap, ister yazın okuyun, ister başka mevsim, 'yazlık' havasında. Yani gevşek, sakin, neşeli...

Bir kumsalda, şezlonga uzanmış, karpuz yiyerek okuduğunuzu hayal edin.

Ve içinizi aydınlık tutun!

(Tanıtım Bülteninden)
 

Yolculuk Nereye Hemşerim? - Gülse Birsel







Gülse Birsel; Genel Yayın Yönetmeni: Meltem Erkmen Kapucuoğlu
Epsilon YayınlarıTürkçe Hiciv ve Mizah;
İstanbul, 2005, 14 x 20 cm, 192 sayfa, Türkçe, ISBN 9753317786.



Kitabımın kapağı için ginger adlı aletin üzerinde fotoğraf çektirmemin iki sebebi var: 

Birincisi, mizahi yönü. Bu aracı ve bu aracın üzerinde seyahat etme fikrini resim olarak eğlenceli buluyorum. 

İkincisi daha önemli. Segway, veya halk arasındaki adıyla 'Ginger', beklenen konuda, yani taşımacılık sektöründe büyük bir patlama gerçekleştirememiş olduğu halde, politika alanında son yılların en hayırlı, en içimin yağlarını eriten eylemine imza atmıştır: George W. Bush tabir ettiğimiz, zeki, çok sevdiğim, güzel insan, şimdiye kadar kimsenin 'Hooop, yolculuk nereye hemşerim? ' şeklinde hesap sormaya cüret edemediği barış güvercini (!) A.B.D başkanını, milyonların gözü önünde, üzerinden atmak, düşürmek, yere sermek! 

Ve Ginger, sadece bunun için bile 'asrın icadı' payesini sonuna kadar hak etmektedir. 

Elinizdeki kitabın politik yazılardan, siyasi mizahtan oluştuğunu sanmayın. Konu yine şehir hayatının cilveleri, hepimizin yaşadığı şeyler. 

Ama üzerime düşeni yapıp, bir yerde üçüncü kitabımı, kendi tarzımla, iki tekerlekli, pille çalışan, maksimum 20 kilometre hıza çıkabilen naifarkadaşım Ginger'a ithaf etmek istedim! 

Bu da Bush'a kapak olsun! 

(Tanıtım Yazısı'ndan) 

Otostopçunun Galaksi Rehberi-Douglas Adams







Douglas Adams; Çeviren: İrem KutlukNil Alt
Kabalcı YayıneviBilim Kurgu Kitapları;
İstanbul, 2005, 16 x 24 cm., 712 sayfa, Türkçe, ISBN 9759970163

Tamamen sakin bir hayat yaşamakhayatına temel yaşamsal fonksiyon olarak soğuk bira ve güzel çay içmek kavramını oturtmak isteyen, kendi halinde, üstelik fazlasıyla uysal bir adam Arthur Dent, bir sabah uyanır ve evinin saçma bir nedenle yıkılacağını öğrenir; ama bu yalnızca başlangıçtır. Daha bir kaç saat bile geçmeden gezegeni yok edilecek ve yanında kankası Ford Prefect, üstünde yıpranmış sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca sürecek inanılmaz bir yolculuğa çıkacaktır... 

Paniğe Kapılmayın.... 

CUMA İki yaşındaki bisiklet seyyahı! ZAMAN

CUMA İki yaşındaki bisiklet seyyahı! ZAMAN

Çocuklu gezginler için bir kitap hazırlıyorlar, Star Gazetesi

Çocuklu gezginler için bir kitap hazırlıyorlar, Star Gazetesi

ABDÜLCANBAZ

Abdülcanbaz’ın 5 tam macerası, 3 renk seçenekli özel kutusuyla D&R’larda…
11.11.11′de İstanbul’daki D&R’larda…
14.11.11′de tüm Türkiye’deki D&R’larda…
5 tam macera ve özel kutusu, sadece… evet sadece 45 TL! Üstelik bu fiyata KDV dahil.
http://www.abdulcanbaz.biz/blog/#.TsAtqF2V-RQ.blogger



Abdülcanbaz
İstanbul Beyefendisi’dir. Haksızlıklara tahammülü yoktur; iyi yüreklidir, mücadelecidir.
O, her çağda halkın özlemini duyduğu, düşlerinde gördüğü kahramandır.
Bazen günümüzde sürdürür yaşantısını, bazen Osmanlı Devleti’nin cesur bir levendidir. Bazen masal dünyalarında yaşar, kötü tabiatlı devlerle çarpışır, bazen İstiklal Savaşı’mıza katılır, bazen deniz diplerini kulaçlar, bazen Mezopotamya’da tekerleğin icadına katkısı olur, bazen de uzayı adımlar... Zaman ve mekân tanımadan çıkar serüvenlerine.
Cesurdur, akıllı ve zekidir, çelikten kaslara sahiptir.
Bu üstün niteliklerini daima iyinin, haklının, ezilmişin yanında, zalimlere, sömürücülere, namussuzlara karşı kullanır.
Onun ünlü “Osmanlı Tokadı” ve aklı, her çağda etkin bir silahtır.
Halkını seven her dürüst ve namuslu kişide az çok Abdülcanbazlık vardır.
http://www.abdulcanbaz.biz/Hakkinda/Abdulcanbaz

DUŞAN KOVAÇEVİÇ’den Profesyonel ve İntiharın Genel Provası
DUŞAN KOVAÇEVİÇ’den Profesyonel ve İntiharın Genel Provası
Sırp yazar/yönetmen Duşan Kovaçeviç’in iki oyunu farklı sahnelerde İstanbullu sanatseverlerle buluşuyor
Oldum olası sanatın kurumsallaşmasına sıcak bakmamış biriyim ben. Sanatçının memur olduğu tiyatrolarda, sanatın iyice geriye çekilip kurumun öne çıkmasından daha doğal ne olabilir ki! Zaten sanatçıdan ne memur olur ne de emekli sanatçının emekliliği mezarda başlar.
Tabii ki kuruluş amaçları tiyatro seyircisi yetiştirmek ve onlara erişebilecekleri fiyatlarda oyun izletmek olan kurumlara karşı değilim. Ancak bunlar, çoğunlukla gelenekselleşerek, katılaşmış prensiplere sığınarak ve çağın gerisinde kalarak, bütün sanatlar gibi sürekli bir gelişme ve evrim halinde olan tiyatronun hızlı değişimine ayak uyduramamaktadırlar.
Bu tip kuruluşlarda ‘tiyatro’yu çok arayıp hemen hiç bulamayan biri olarak, adında ‘devlet’, ‘şehir’, ‘ülke’ olanlarından olabildiğince uzak durmuş,  hatta fazla abartılı, oynarken rol kestiğini her an belli eden, bir zamanların Yeşilçam filmlerinin “nayır”, “nolamaz”larını anımsatan oyunculuğu, “Devlet Tiyatrosu oyunculuğu” diye pek çok kez eleştirmiştim.
İstanbul’un 30 yıllık ‘devlet’ ve neredeyse yüzyıllık ‘şehir tiyatroları’ ise “tayin edilmiş” yöneticilerinin tiyatro anlayışı doğrultusunda kimi zaman çok saygın çalışmalar yapmış, kimi zaman da gerçekten uzak durulması gereken işler çıkarmışlardır.
Uzunca bir aradan sonra tekrar devlet ve şehir tiyatrolarına yönelmemin sebebi, sadece her iki kuruluşun son yıllarda birer repertuar tiyatrosuna dönüşerek, kimi zaman genel beğeninin de çok üstünde eserler sergilemesi değil. Sinema ile ilgili bir anı da var işin içinde: 
2004 Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin yarışmalı bölümünde görüp çok da beğenmiş olduğumuz Profesionalac /Profesyonel (2003), bu festivalde aldığı jüri özel ödülünün yanında katılmış olduğu Montréal ve Viareggio Film Festivallerinden de bol sayıda ödülle dönmüştü. İşte bu filmin yazar-yönetmeniDuşan Kovaçeviç’in iki oyunu geçen mevsimden beri ödenekli tiyatrolarımızda sahneleniyor.
1948 Sırbistan doğumlu Kovaçeviç, on parmağında on marifet bir sanatçı. 1973 ilâ 2008 arasında on altı oyun yazmış, pek çok oyun sahnelemiş ve aralarında Emir Kusturica’nın Underground’u da olan, çoğu kendi oyunlarından uyarladığı dokuz senaryo yazmış. Bununla da yetinmeyip iki oyunundan senaryolaştırdığı Balkanski spijun / Balkan Casusu veProfesionalac /Profesyonel filmlerini yönetmiş. Sırp Bilim ve Sanat Akademisi üyesi ve Belgrad’daki Zvezdara Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni. Bir süre de Lizbon’da Sırbistan Büyükelçisi olarak görev yapmış.
Profesyonel(1990), İstanbul Devlet Tiyatrolarında Işıl Kasapoğlutarafından sahneliyor.
Kişisel ve siyasi yeniden uyanışları nükte ve kara mizahla harmanlayan zeki bir oyun: Miloşeviç rejiminin ateşli karşıtı, üniversite profesörü, bohem yazarTeya, rejim değişikliğinden sonra büyük bir yayınevinin başına getirilmiştir. Bir gün ofisine, elinde bir bavulla tanımadığı bir ziyaretçi gelir. Bu adam, eski bir Sırp Güvelik Servisi üyesi ve halen taksi şoförü Luka’dır…
Bu iki kişi arasındaki şaşırtıcı ve son derece sıra dışı karşılaşmanın ayrıntılarına, oyunu henüz izlememiş olanların keyfini kaçırmamak için girmeyeceğim. Ancak, birbirine zıt karakterdeki bu iki adamın kimi zaman dokunaklı, kimi zaman da dayanılmaz derecede komik diyalogunun, en beklenmedik durumlardan en trajik olaylara ve karanlık savaş öykülerine, 20.yüzyılın sonunda bir doğu Avrupa ülkesinde verilmiş olan özgürlük savaşımının tarihini gözler önüne serdiğini söyleyebilirim.
Kovaçeviç’in son oyunu Generalna proba samoubstiva / İntiharın Genel Provası (2009) ise M.Nurullah Tuncer’in yönetiminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın programında.
16 Aralık 2009’da dünya prömiyeri Musahipzade Celâl Sahnesi’nde yapılmış olanİntiharın Genel Provası, Tuna köprüsüne gelerek intihar etmek isteyen, her şeyini kaybetmiş mutsuz bir adamın, tam atlamak üzereyken birtakım insanlar tarafından durdurularak yeni bir yaşam ümidine kapılmasının öyküsü. Yapacağı iş görüşmesiyle hayatı kurtulacak, bütün borçları ödenecektir. Kendisine bir oyun oynandığını anladığında ise, iş işten geçmiş, akıl almaz olaylar yaşamış, bu kez ruhunu da kaybetmiştir…
Sırbistan’da intihar olaylarının artmasını korku içinde izlediğini söyleyenKovaçeviç, “intihar etmek isteyen adamın açmazında Yugoslavya’nın parçalanma sürecini ve bu parçalanmadan geriye kalan acıları, çaresizlikleri, çözümsüzlükleri anlatıyor.” Bu yönüyle de neredeyse yirmi yıllık aradan sonra tekrar Profesyonel’deki temalara dönüyor. Ancak, sömürü düzenlerinin değişmeyeceği ve dolayısıyla sömürüsüz bir düzenin de mümkün olamayacağı fikri, artık çiğnene çiğnene tadı kalmamış bir sakız ve oyun, aynı temanın biraz da kof bir çeşitlemesi olmaktan öteye gidemiyor.
BENZER İKİ OYUNA FARKLI İKİ YORUM
Bir yazarın tematik olarak birbirine çok yakın bu iki oyunu, iki tiyatromuzda çok farklı yorumlarla sahneleniyor:
Işıl Kasapoğlu, Türk tiyatrosuna otuz yıldır damgasını vurmuş çok önemli bir yönetmen.Galatasaray Lisesi’nden sonra 1981’de Paris Sorbonne Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü tamamlamış, Pierre Vail Atölyesi’nde çalışmış. Türkiye’ye döndükten sonra çok sayıda oyun sahnelemiş, neredeyse hepsinden de ödül almış. Kurucusu olduğu İzmit Şehir Tiyatrosu ve Semaver Kumpanya’nın Genel Sanat Yönetmenliği’ni yapan Kasapoğlu, gerek devlet tiyatrolarında gerekse birçok özel tiyatroda oyun sahnelemeye devam ediyor.
Bu kez, yönetmenliği hiçbir zaman metnin önüne çıkarmayan yalın ve sade bir anlatımı yeğlemiş. Aynı yalınlığı dekorun işlevsel sadeliğine de yansıtmış. Tabii ki elinde, iki yan karakter dışında oyunun tüm yükünü taşıyan iki de büyük koz var: Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler.
Bülent Emin Yarar, emekliliğe zorlanmış ajan rolünü, inanılmaz bir doğallıkla oynuyor. Duruşu, bakışı, ses tonlamaları ve beden diliyle karşımızda gerçekten eski bir güvenlik servisi üyesi var sanki. Gerçekten aldığı bütün ödülleri hak eden olağanüstü bir performans!
Kovaçeviç, oyuncularla izleyici arasındaki o görünmez ‘dördüncü duvar’ı yıkabilmek için Teya’ya, Luka ile karşılaşmasını hem yaşamak hem de seyirciye aktarmak görevini vermiş. Bu Brecht’yen yaklaşımda Yetkin Dikinciler,oyuncu-anlatıcı geçişlerini büyük bir başarı ile son derece incelikli nüanslarla gerçekleştiriyor ve izleyici ile az rastlanır sıcak bir iletişim kurmayı başarıyor.
M. Nurullah Tuncer, MSÜ Tiyatro Dekor Kostüm lisans ve yüksek lisans eğitimi almış, yıllarca da aynı okulda öğretim görevlisi olarak çalışmış.Yüze yakın oyunda dekor, kostüm ve ışık tasarımı yapmış. Dünyanın birçok yerinde oyun sahnelemiş olan bu ödüllü tasarımcı İntiharın Genel Provası ile ilk kez yönetmen olarak İstanbul seyircisinin karşısına çıkıyor.
Tuncer,  Kasapoğlu’nun tam tersine görkemli bir sahnelemeyi tercih etmiş. Sahnenin tamamını, sofitosunu, arkasını yanlarını ve hatta sahne arkası asansörünü seyirciye açmış. Oyun başladığında gerçekten çok etkileyici bir görünüm var karşımızda. Dekorun arka ve yan duvarlarının mekân oluşturmak dışında, oyuncuların sesini yansıtarak seyirciye ulaştırma işlevini bu tasarım ile yitireceğini bilen Tuncer,  bu sakıncayı oyuncularını kimi zaman mikrofonla konuşturarak dengelemeye çalışmış. Ancak bu teknik detay ne yazık ki tam olarak çözümlenememiş. Benim gibi en önde oturan izleyiciler bile, konuşmaların tamamını anlayabilmek için dudak okumak zorunda kalıyor.
Böyle bir yorumda öne çıkması gereken sahneleme ve oyunculuklar çok iyi. Rejisi,oyunculukları, efektleri ve dekor tasarımıyla Tuncer, oyunun kara mizah tadını hiç kaybettirmeden, İstanbul’daki ilk sınavını başarı ile geçiyor. Bora Seçkin, Serhat Mustafa Kılıç, İbrahim Can ve Bennu Yıldırımlar’dan oluşan dört kişilik kadro bütün karakterleri canlandırıyor. Oyunun genelinde başarılı bir takım oyunculuğu göze çarpsa da, tüm bölümlerde farklı rollerle seyircinin karşısına çıkan Serhat Mustafa Kılıç, yarattığı herkarakterde farklı ses tonu ve duruş biçimi ile dört dörtlük bir performans sergileyerek öne çıkmayı başarıyor.
Peki netice? Her şeye rağmen izlenmeye değer bu iki oyundan bana kalanlar sadece Bülent Emin Yarar, Yetkin Dikinciler ve Serhat Mustafa Kılıç’ın muhteşem performansları ile M.Nurullah Tuncer’in olağanüstü dekoru. Oyunların kendilerine gelince bende bir eksiklik, tiyatro adına bir tatminsizlik duygusu bıraktılar. Karar sizin. Hepinize iyi seyirler.
YazarErdoğan MİTRANİ

Tiyatro salonlarından, Intiharın Genel Provası, Dusan Kovacevic

Unutulması zor final sahnesi ve Serhat Kılıç ‘ın fevkalede performansı bu oyunu izlemeniz için sebepler listesinden sadece 2 madde. Özellikle “insana hayat veren dans” sahnesi son yıllarda izlediğim en güzel tiyatro bölümüydü diyebilirim. Tek perdelik ve 1,5 saat süren bu oyundan çıkarken aklımda 2 konu vardı; “Duşan Kovaçeviç” ve “kurt neden ot yemez”?
Kovacevic, Emir Kusturica’nın yönettiği “Yeraltı” (Underground,1995) isimli filmin senaryosunu yazmış. Tiyatro oyunları 17 dile çevrilmiş ve aynı zamanda çeşitli Avrupa ülkelerinde Sırbistan büyükelçiliği yapmış. Intiharın genel provası 2008 yılında yazdığı son oyunu.
“Kurt neden ot yemez?” sorusunun cevabı için ipucları “kimler ot yer?” ve “kurtlar ne yer?” , detayları ögrenmek isteyenler oyunu seyretmeli.
Konu: Tuna nehri üstünde intihar etmek isteyen bir adam ve onu intihardan vazgeçirmeye çalışan insanların çevresinde gelişen hikaye. Kovacevic, bu oyunu birçok gazetedeki gerçek intihar haberlerini okuduktan sonra yazmaya karar veriyor. Tiyatro girişindeki panoya asılmış olan Türkiye’den intihar haberleri de iyi düşünülmüş bir ayrıntı.
Bilgi : Şehir Tiyatroları

19 MART 2011 CUMARTESI

‘Buluşma Yeri’ ile ‘Buluşamadım’! - Duşan Kovaçeviç - İBB Şehir Tiyatroları

TÜRKİYE’DE DUŞAN KOVAÇEVİÇ
Duşan Kovaçeviç ile İntiharın Genel Provası(2008) isimli oyunu ile tanıştık. Ardından Profesyonel(1989) geldi. Şimdi de Buluşma Yeri(1981). Parantez içlerinde oyunların ‘basım’ tarihlerini verdim. 
İlk oyununu 1972 yılında yazmış olan 1948 doğumlu D.Kovaçeviç’in tiyatro kariyerinin ‘köşe taş’larını sondan başa doğru izlemiş olduk. Şimdi sırada Dar Ayakkabıyla Yaşamak(2010) varmış. En ‘yeni’den yeniden başlayacağız anlaşılan.
KİTAP VE SAHNELEME ZAMANI
Oyun Şubat 2011’de seyirci ile buluştu. Kitap olarak ise 2010 yılının sonlarında yayımlandı. Kitabın içinde oyunun kadrosunu birkaç değişiklikle bulabiliyorsunuz. Kitapta Nihal Kaplangı görünüyor ama kostüm tasarımını Nurullah Tuncer ve Taciser Sevinç yapmışlar. Yönetmen yardımcısı olarak  kitapta İrem Aslan Aydın’ın ismi var, oyun dergisinde Hanife Ser,Özge Kırış,Deniz Evrenol’un adları yazıyor. Kitapta Hanife Ser ve Ceysu Aygen asistan olarak görünürken dergide İlker Kapıcı, Ece Göktay ve Sevda Can’a ‘gönüllü asistanlar’ olarak teşekkür edilmiş.  Kitabın yeni baskılarında  düzeltmek gerekecek. Demek ki Ekim 2010 da kadro belli, oyun seçilmiş. Oyun sahneye 2011 Şubat’ta çıkıyor.   
OYUN DERGİSİNDEN….
Önemli bulduğum husus oyun dergisinden aktaracaklarım ile ilgili.
Oyunun yönetmeni Nurullah Tuncer ‘Ölüleri Ölüler Gömsün’(bu başka bir oyunu hatırlatıyor ve bana bir şey demiyor) başlıklı yazısında oyundan seçtiği bir cümleyi vererek oyundan  ‘açlık’ temasına vurgu yapmayı seçmiş  ve ‘yazar 30 yıl öncesinden bu gerçeği görmüş’ demiş.  Oyunu ‘fail-i meçhul’lere ithaf etmiş.
Oyunu tercüme eden Bilge Emin, ‘Ölümle Hayat Bitmez’ başlıklı kısa yazısında ‘Kırgınlıkların, kızgınlıkların, savaşların , düşmanlıkların anlamsız olduğu bu yerde, insan bütün çaresizliği, yalnızlığı ve özlemiyle, sonsuzluğun bir parçasıdır. Ardında iz bırakanlar aramızdan ayrılmaz. Yaşayanlar ve ölüler arasındaki ilişki görecelidir. Bizim için değerli olanlar, öldükten sonra da bizimle beraberdirler’ demiş.
 Kitabın önsözünü de yazan Prof Dr. Hülya Nutku ‘Buluşma Yeri: Dünyanın ve yaşamın algılandığı bir yer midir? ’başlıklı yazısında ‘yazar burada sanatın, yaşamın bir provası olduğuna atıfta bulunuyor. “Yaşam ve ölüm vazgeçilmez iki gerçek. Yaşam sonrası Einstein’in dediği gibi ‘Başka bir şey başlıyor’ ama önemli olan biz diğerinin neresindeyiz?.... Yaşayanlar ve kaybedip de yüzleşemediklerimiz  irdeleniyor… Yazarın kendi yaşadığı toplumsal sürecin hesaplaşması ve izlerine de rastlıyoruz” demiş. Prof.Dr. Nutku’nun ‘uygarlığın durumu, yok oluşa dur demenin yolu’ vurgulaması da ilginç.
 Tercüme eden, yöneten ve inceleyenin aynı oyundan vurgulamaya değer bulduklarının birbirine bu kadar  ‘uzak’ olmasını ve aynı dergide buluşmalarını nasıl anlatsam!
Oyundan ‘Tıp cerrahidir, onun dışında her şey kaderdir’ (sayfa 14) ‘Hastanın kaderi tecrübeli ve akıllı bir doktorun elinde olmalı. Bilgisayarlar bilgisayarları, insanlar insanları tedavi etsin’(sayfa 62) repliklerini seçerek,  yazar, oyun tıbbın bugün geldiği noktayı görmüş de diyebilirdik. Ama doğru olmazdı.
OYUNUN TEMALARI
Buluşma Yeri, zekice düşünülmüş  bir ‘fantezi’ üzerine kurulu. Varsa ‘Öte taraf’ nasıldır? Gidip geri dönen olsa ne olur? Ne ‘taraf’ gerçek?
Oyun iki ‘taraf’ın birbirini ‘görmediği’ varsayımı üzerine kurulu. Profesör koma durumunda ‘öte taraf’a gidiyor eski tanıdıklarla buluşuyor, onlara bu tarafı anlatıyor. Komadan çıkınca da ‘bu taraf’a ‘öte taraf’tan getirdiği mesajları iletiyor.
 Oyunun temalarını özetleyen replikler şunlar: “çocukların sizin savaşınızla ne alakası var”(s74); “sağ birileri bizi bulursa demek ki biz ölü değiliz” (s57) Yanko’nun “yaşam öncesi konuşması” (s 66) Yanko: “insanlık tarihi bir savaşın tarihidir. arada bir yeni silahların icat edilmesi ve eski silahların temizlenmesi için ara verilir” (s67); “biz ölüler için güvenilir bir geçmiş olan güvensiz bir geçmiş seni bekliyor olacak” ; “komayı atlatanlar hep yakınlarıyla görüştüklerini anlatırlar”(s62) ; Ölümle değişen ne var? “sen ölüm teşhisi koydun o ise yaşam”(s79)
 Esas olarak Alman/Nazi’lerin topluma etkisi- savaş karşıtlığı; ölüm/ müze/ hatırla(n)mak; geleneksel ve çağdaş tıp; ölümden sonra hayat konuları vurgulanmış. Duşan Kovaçeviç kendi toplumundaki gündeme ‘humor’ ile dokunmaya çalışmış.
TARİHİN  IŞIĞINDA KOVAÇEVİÇ
Çok fırtınalı bir coğrafyanın acımasız bir dönemini yaşamış olan D.Kovaçeviç’in ülkemizde sahneye çıkan üç oyununa tarih bağlamında bakarak bir değerlendirme yapmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Sırbistan 2008’de bağımsız bir devlet olmuş, Nato’ya kabul edilmiş, Avrupa Birliği yolunda ilerlemekte.  ‘Sermaye’li bir dönem başlıyor. O dönemin oyunu :  İntiharın Genel Provası. Her şey satılık, para satın alır, toplum düzenbazları.
1989’da Miloseviç, yönetime gelmiş. Çok partili demokrasi ile tanışma yılları. Kadife eldiven içinde demir yumruk var.  O dönemin oyunu : Profesyonel . Siyasal muhalefet denemeleri , geçmiş düzenin sorgulanmaya başlanması, mizahın toplumsal eleştiride kullanılışı.
1981’de Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti dönemi. II.Dünya Savaşı sonrasında denge bulma yılları. O dönemin oyunu: Buluşma Yeri. Metafizik konular, yaşam, ölüm, savaş sonrası dış düşman (Alman/Nazi) algılaması.
Vurgulanması gereken bir diğer husus da,  1981 ile 2008 arasında D.Kovaçeviç oyun yazmayı öğreniyor. Bizim talihsizliğimiz bu yolu tersten aldık, yani en iyi oyunundan görece olarak en kötüsüne doğru giden bir yol. (Şu anda yeni seyretmeye başlayacak seyirci için sorun yok. İsteyen baştan sona izleyebilir.) Ülkemizde sahnelenen üç oyun arasında bence tiyatro dili olarak en başarısız olanı, Buluşma Yeri. Ama Kovaçeviç’in ‘humor’ ve zekâsına diyecek hiçbir şey yok. 
Buluşma Yeri sahnelenen ilk oyun olsa seyirci, Kovaçeviç’i bu kadar sever, merak eder miydi? Aynı anda üç oyunu sahnede olan yazar, şanslıdır. Ama sondan başa giden seyirci açısından ise şanssız bir durum var.  
NURULLAH TUNCER’İN REJİSİ
Metni öne çıkardığı için İntiharın Genel Provası’nda çok başarılı bir sahneleme yapan Nurullah Tuncer, Buluşma Yeri’nde metnin ‘defo’larını görüp onları kendince telafi etmeye çalışmış. Bunu, ‘popüler’ bir yazarın bir oyununu, öncekilerin ‘ışığına’ getirme çabası diye yorumladım.  Bu çabada  “makyaj” öne çıkmış.  Buluşma Yeri’nde , fazla makyaj çirkinleştirmiş. Buluşma Yeri fazla makyaja ihtiyacı olmayan naif bir oyun. Hatta naifliği vurgulansa daha da iyi. Dekor tasarımının en başarılı isimlerinden biri olan ve İntiharın Genel Provası’nda yönetmenliği ile beni şaşırtmış olan Tuncer, Buluşma Yeri’nde sahneyi görsel atraksiyonlarla doldurmuş. Perdeler, digital yansıtmalar, ışık oyunları … Müziği abartılı kullanarak beklentiyi yükseltmiş.  Aslını bozarak ulaşılmaya çalışılan mükemmellik. Sadelikten zenginliğe ulaşmak mümkün iken zenginleştirme merakı oyunu bozmuş. Budama aceleye gelmiş gibi. Humor yok olmuş.
Oyun öncelikle teknik tasarım öğeleri ile öne çıkartılmaya çalışılmış. Hamlet  “Fazla masraf olmasın diye ölü için kızartılan etler düğün sofrasına söğüş oldu” der ya Buluşma Yeri’nde Profesör’ün evindeki sandıkların, buluşma yerinde sanduka olduğunu görünce onu hatırladım.
Oyun, metne göre,“arkeoloji müzesini andırmaya başlayan…”( s11) bir evde başlar.(sahne tasarımı Nurullah Tuncer)  Bu ev ‘somut’tur. Buluşma yeri yani ‘öte taraf’ ‘soyut’ olduğu için bu evin ‘somut’ ve ‘dünya’ya ait olması önemlidir. Nurullah Tuncer bu evi de soyutlaştırmıştır. Bu evdeki sandıklar öte taraftaki ‘sanduka’ olmuş. Eve girişi çıkışlar her iki ‘taraf’ta da iplerden oluşturulmuş perdeden yapılıyor. Perde üzerine yansıtmalar, ışık-gölge oyunları her iki ‘taraf’ta da var. Bu bir bakışla “Hangi ‘taraf’ gerçek? Hayat mı ölüm mü? Hayat mı rüya, ölüm dünyası mı? ” sorularını vurgulamak için yapılmış olabilir ama önce ‘taraf’ olması lâzım, değil mi? Oyunda ‘taraf’ yok olmuş. Bence Nurullah Tuncer fazla ‘derinlere dalarak’ resmi bulanıklaştırmış. ‘Bu taraf’taki yarım olan heykelin ‘öte taraf’ta tamamlanmasına fazla dalmış ama Septimus Severus’u yeterince vurgulamamış. Kovaçeviç, heykelin Septimus Severus’a ait olduğunu belirtiyor. Bedeni ‘ölümlüler’, kol ve başı ‘ölüler’ arasında kalmış olan Severus, Romalı bir general ve Kovaçeviç’in onu anarak dönemin yöneticilerine bir ima yapması muhtemel.
Sahne önü platformu kullanılmış ama döner sahnenin olanakları unutulmuş. Oysa döner sahne başka olanaklar verirdi.
Ben oyunu okuduğumda profesörün yatağının sahnede olmasını hayâl ettim. Aslına bakarsanız ilkinde Profesör bir yere gitmiyor,  ona ‘geliyorlar’. Döner sahne üzerinde kurulacak ‘taraf’ların saat yönü tersine dönüşte öte tarafı saat yönü dönüşünde bu tarafı getirmesi fena mı olurdu? Ayrıca dekor değiştirme için yitirilen ve oyunu boğan sahnelere de gereksinim duyulmazdı.  Hele döner sahnede oynuyorsanız mekân değişmeleri daha da kolay olurdu. Ayrıca Profesör’ün Buluşma Yeri’ne ilk gidişi ile ikincisi arasında fark olmalı. Örneğin öte tarafa kalıcı olarak giden Petar yürüyerek giriyorsa Profesör ikinci girişinde yürüyerek girmeli.
Mekân algılaması da sorunlu. Sahnenin arkası, düğün yapılan komşunun bahçesi mi ölüm döşeğindeki profesörün odası mı? ‘Öte taraf’ta ip perdenin arkasından gelinen yer neresi ?
Öldü sanılan profesörün odasındaki değişim(s68) ‘buruk ve hüzünlü’ bir gerçeği vurgulamak için belirtilmiş ama bu farkı göremiyoruz sahnede.
Kovaçeviç iki tarafı bağlayan simgeler kullanıyor.Öte tarafta çalınan Akerdeon geri götürülüyor ;  öte taraf’ta  sadece yoğurdu özlüyor(s32) bu tarafta “yoğurt istiyor” (s70) ; Petar’ı öte tarafta ‘görüyor’ ; bu tarafta eksik heykelin parçalarını ‘öte taraf’tan getiriyor;  doktor, ‘öte taraf’ta gerçekleri söylediğine kanıt olsun diye profesörün cebine bir iki taş koyuyor; ‘bu taraf’ta ‘süs’ olan arkeolojik taşlar ‘öte taraf’ta hayatın parçası. Yönetmen bu vurguları öne çıkarmamış.
Profesör,her iki perde sonunda öte tarafta söylenen şarkıyı dinler, izler; sahnede ise söylüyor.Perde sonlarındaki bu şarkı söyleme sahnelerinin anlamı var. En son  şarkı yan avludan gelir ve Profesör bunun ‘anlamını bilir.’
Profesörün öte taraftan bu tarafa gelirken  Militsa’nın ve Angelina’nın “Mişo  Mişo” replikleri iki tarafı birbirine bağlıyor ama  berber sahnesinin gereksiz uzatılmış olması bu olanağı ortadan kaldırıyor. Perde sonunda Profesör’ün yeniden hayata dönmesinden sonraki sahne düzeni gereksiz kalabalık ve karmaşa yaratıyor.
İvan’ın Yelena ile konuşmasında istihza anlaşılmıyor.
İkinci perde başında sahnedeki sandukaların iki kez yer değiştirmesi mizansen değildir herhalde? Şapkaları ve hasta koltuğunu ise anlamadığımı itiraf ediyorum. O sahnedeki şarkı ve söyleyen ses aklımda kaldı.
Sahne önü platformun iniş çıkışı anlamsız kalmış ve gereksiz bir ‘atraksiyon’ olmuş.
 Yanko, “çocuğuna onu rahat çağırabileceğin bir isim vermen gerekir” der ve “isim” ile ilgili tiratına başlar.(S49) Tuncer’in bu sahneyi önemsememiş olmasını anlamadım.
Metindeki “baksanıza hala tırnakları saçı ve sakalı uzuyor” (s60)  bana  Marquez’i hatırlattı. Marquez, Aşk ve Öbür Cinler( 1994)de  “Ustabaşı, insan saçının ölümden sonra da ayda bir santim uzadığı anlattı bana “der .  Buluşma yeri(1981)nde Yanko tırnaklarının cadı tırnağı gibi uzamış olduğunu söyler ve “Hayat ölülerin üzerinde büyük etki bırakıyor” der.
İp perde üzerine düşürülen digital görüntülerin gelişi güzel hali anlamı yok etmiş. Öte yandan arka perdeyi o kadar kullanan bir yönetmen ‘öte taraf’ta gösterilen fotoğrafları  neden yansıtmamış anlamadım.(Efekt tasarımı: Ersin Aşar-Işık Tasarımı: Fatih Mehmet Haroğlu-Canlandırma: Aksel Zeydan Göz)
Oyunun başlamasına  10 dakika kala fuayede eğlenceli bir müzik(Oliver Josifovski) ve dans(koreografi: Handan Ergiydiren) başlıyor. Müzik ve dans önce salona sonra sahneye taşınıyor ve oyunda anlatılan yan bahçedeki düğüne bağlanıyor.  Metinde yan bahçedeki düğünden  gelen müzik  bir yanda ölüm bir yanda düğün sözüne yapılan bir gönderme. Yaşam ve ölüm iç içe yani.  “Atmosfere hiç uymayan şarkı söylenir”(s29) ifadesi de bunu vurgulamak içindir. Oyunda müziğin kullanılışı bu duyguyu kaybettirmiş ve gereksiz bir beklentiyi kışkırtıyor. Bir oyuna o coşkuda başlarsanız ve sonra bunun oyuna katkısını gösteremezseniz, sonuç hayal kırıklığı olur.
En tuhaf bulduğum ‘şey’ ise Nurullah Tuncer’in bu oyunu  “Fail-i meçhullere” ithaf etmesi.
OYUNCULUK
Oyunda ortak bir oyunculuk anlayışı yok. ’Öte taraf’ı nasıl anlatmalı? Hüzünlü, üzgün…(mü?)  Onu seçtiğinizde ‘bu taraf’ ortaya çıkacak!   Profesör öte tarafa ilk gidişinde hem ölü hem değildir. Dolayısıyla o bu ince nüansı vermeli. Tuncer , kadrosundaki usta oyuncu Sezai Aydın’dan yeterince yararlanmamış, şansını kullanmamış. Oyuncular ‘Gelgit’lere çok da dikkat etmeden oynuyor. Aslına bakarsanız  oyuncularda genel bir bıkkınlık hali gördüm.
Oyuncu seçimini uygun bulmadım.  Bu kadro başka bir rol dağılımı ile yeniden düzenlenebilir. Örneğin Bennu Yıldırımlar, Militsa, Özge Kırış doktor olabilirdi. Arda Aydın, İvan’ı oynayabilirdi.
En başarılı oyuncu Müge Akyamaç.  Onun samimi, halk tipi komşu tiplemesini sevdim, oyunun ruhuna çok uygun buldum. Bora Seçkin’in oyunculuğunu beğendim.
Kovaçeviç  “içinde Tanrı korkusu olan yaşlı bir kadın girer” (s11) der. Bu Angelina’dır. Sahnede ben onun bu yönünü göremedim.
OYUN SONUNDA ……..
Oyun öncesi fuayede Beylikdüzü’nden gelmiş iki hanımla sohbet ettim. Onlar uzaklık nedeniyle, suarelere gidemiyorlarmış. (Bir oyuncu  matine oynamaktan nefret ediyordu kimdi o?) Yazarın diğer oyunu Profesyonel’i görmek için çabalıyorlar ama bilet bulamıyorlarmış. (Buluşma Yeri’ni seyrettikten sonra seyrederler mi kuşkuluyum. ) Onlara oyunu, yönetmeni övdüm. Oyun başlamadan önce bir arkadaşımla karşılaştım. Profesyonel’den tanıdığı  Kovaçeviç için gelmişti oyuna. ”Yazarı çok severim” dedi. Arkadaşım asık bir suratla ilk perdenin sonunda oyundan çıktı;  oyun sonunda ben de hanımlara görünmemeye çalışarak salondan kaçtım.

Melih Anık

Profesyonel
Profesyonel
Yazan: Duşan Kovaçevic
Yöneten: Işıl Kasapoğlu
Giysi Tasarımı: Gülümser Erigür
Işık Tasarımı: Önder Arık
Müzik: Cenap Oğuz
Yönetmen Yrd.: Gülen Çehreli
Asistan: Tuğçe Şartekin Karasu
Oyuncular:
Bülent Emin Yarar
Yetkin Dikinciler
Gülen Çehreli
Cenap Oğuz
Sahne Amiri: Reşit Arslan
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Serdar Yaman
Dekor Sorumlusu: Taner Tan Serdar Erman



Köklerini Arayan Gençler: Wajdi Mouawad’ın “Le Sang De Promesses” (Kan Yeminleri) Dörtlemesi

Mehmet K. Özel

“…
Sawda peki sığınmacılar neden çocukları kaçırdılar?
Doktor öç almak için. Çünkü iki gün önce milis, kampın dışında dolaşan üç genç sığınmacıyı astı. Peki neden milis üç genci astı? Çünkü kamptan iki sığınmacı Samira köyünden bir kıza tecavüz edip öldürdüler. Peki neden iki sığınmacı kıza tecavüz ettiler? Çünkü milis bir sığınmacı ailesini taşa tuttu da ondan. Neden taşa tuttu? Çünkü sığınmacılar Timyan tepesinin yakınlarında bir evi yaktılar da ondan. Peki neden sığınmacılar o evi yaktılar? Çünkü açtıkları kuyuyu tahrip eden milisten öç almak istediler. Peki neden milis kuyuyu tahrip etti? Çünkü sığınmacılar nehir kenarındaki tarlanın ekinlerini yaktılar da ondan. Peki neden ekinler yakıldı? Mutlaka bir nedeni vardır, ancak hafızam oraya kadar, daha geriye gidemiyorum, ama tarih böyle daha çok geriye gidebilir, birinden diğerine, bir öfkeden diğer bir öfkeye, bir acıdan diğer bir acıya, tecavüzden katliama, dünyanın yaratılışına kadar.
…”
-“Yangınlar”dan (Incendies), Wajdi Mouawad
Son yılların önemli tiyatro adamlarından yazar, yönetmen ve oyuncu Wajdi Mouawad’la Türkiye seyircisinin ilk karşılaşması 2010’un Kasım’ında düzenlenen beş günlük “Rotterdam İstanbul’da” etkinlikleri kapsamında Hollandalı bir tiyatro topluluğu sayesinde oldu. Ro Theatre Mouawad’ın, onu üne kavuşturan “Kan Yeminleri” (Le Sang De Promesses) dörtlemesinden “Yangınlar”ı (Branden/İncendies) Felemenkçe sahneledi.
Wajdi Mouawad adını ilk olarak 2008’de “Seuls” adlı kendisinin rol aldığı tek kişilik oyunuyla ilgili bir söyleşi vesilesiyle duymuştum; daha sonraysa Avignon Tiyatro Festivali’nin 2009 yılı “danışman sanatçısı” (artiste associé) olduğunda. Mouawad o yıl Avignon’da dörtlemenin ilk üç bölümünü (“Littoral”, “Incendies” ve “Foréts”) ilk defa arka arkaya kurgulayıp festivalin onur mekanı papalar sarayının avlusunda güneş batarken başlayıp güneş doğarken biten 11 saatlik bir maratonla sergilemiş, ertesi hafta da dörtlemenin son halkası “Ciels”in dünya prömiyerini yapmıştı. Ertesi yıl Eylül başında dörtleme hem ayrı ayrı hem de aynı Avignon’daki gibi 11 saatlik versiyonuyla Paris’te Theatre National De Chaillot’da sahnelenmişti.
1992’den beri tiyatro dünyasının içinde olan, ünlendiği dörtlemesinin ilk bölümü “Littoral” 1997’den beri dünyanın belli başlı kentlerinde sahnelenen, 1968 Lübnan doğumlu, önce Fransa daha sonra Kanada vatandaşı Wajdi Mouawad’ı hadi ben bir tiyatro izleyici olarak takip etmemiş, bilmiyor ve çok geç keşfetmiş olabilirim. Ancak nasıl olur da, yapıtlarına konu olan olaylar, durumlar, duyarlılıklar ülkemde yaşananlarla oldukça paralel olan ve tiyatro sanatı açısından da biçimsel olarak yeni bir şeyler söylemeye çalışan bu coğrafyalı, Ortadoğulu bu tiyatro yazarını ülkemin tiyatro kurumları -özellikle de ödenekli olanlar (çünkü Mouawad’ın oyunları bayağı kalabalık kadrolu)- şimdiye kadar fark etmezler! Genel sanat yönetmenlerimiz, dramaturglarımız, oyun seçici kurullarımız nasıl olup da bu kadar yıl atlarlar, görmezler bu coğrafyayla bu kadar ilişkili oyunlar çıkaran bir yazarı.
Ro Theater’ın “Yangınlar”ı (Branden) hakkında bir yazı kaleme almıştım. Oyunun rejisinin mükemmelliği ve yaratıcılığı bir kenara, “Yangınlar” içerik ve kapsam olarak bir tiyatro eserinden daha öte bir seviyedeydi bana göre; arasız yaklaşık üç saatlik oyun bittiğinde, neredeyse tuğla kalınlığında bir roman okumuş gibi hissetmiştim. O akşamdan sonra Wajdi Mouawad zihnimin bir köşesine yerleşti.
Birbirinden yaratıcı reji fikirleriyle dolu oyunda sahneye ve oyuncuların mimiklerine mi bakıyım yoksa tek bir kelimesi bile aşina gelmeyen Felemenkçeden dolayı hikayeyi kaçırmamak adına üst yazıyı mı okuyayım gerilimiyle geçen üç saatten sonra, ne yapıp edip Mouawad’ın metinlerini bulup okumalıydım. Tahmin ettiğim üzere Türkçeye çevrilmemişlerdi. Amazon’dan “Yangınlar (Incendies) ve “Ormanlar”ın (Foréts) Almanca çevirilerini (“Verbrennungen” ve “Waelder”) edindim; dörtlemenin ikinci ve üçüncü ayakları.
Oyunları okumak için sakin bir dönemimi beklerken, bu esnada “Yangınlar”ın film uyarlaması İstanbul Film Festivali’nde gösterildi ve ardından vizyona girdi.
Yönetmenliğini Dennis Villeneuve’ün yaptığı Kanada yapımı film, benim seyrettiğim oyundan uyarlanmıştı ama hiç de “bir sahne yapıtından” uyarlanmış gibi değildi; Kasım ayında oyundan çıktığımda bana “bu bir oyun değil, sanki roman” dedirten duygum bu filmle daha da pekişti; gerçekten de Mouawad’ın metni kapsamıyla bir tiyatro oyununun sınırlarını fersah fersah aşan, oldukça geniş bir ufka sahipti. Herhalde, yazarlığı ve yönetmenliğiyle Wajdi Mouawad’ı son yılların en önemli tiyatro adamlarından biri yapan özelliklerinden biri bu olmalıydı.
İşin daha ilginci; metinleri okuyunca Mouawad’a bir kere daha hayran kaldım. Hikaye, katmanları ve örgünün kuruluşu etkileyiciydi; farklı zaman ve mekanlar arasında serbestçe gidip gelen girift kurguda ustaca, sarkıtmadan ve ilginç fikirlerle bağlantıların sağlaması ise nefes kesiciydi. Ve tam da bu nedenle Mouawad’ın metinleri çok tiyatraldi; sanki ancak sahne üzerinde var olabilirlerdi.
Uyarlama filmin son jeneriğinde yönetmen Villeneuve, Mouawad’a teşekkür ediyordu, oyununu büyük bir güven ve özgürlükle kendi ellerine bıraktığı için. Bu teşekkür yazısını yakalamış olmama rağmen, film sonrasındaki soru-cevaplarda, salondan neredeyse kimse bir şeyler sormayınca (çünkü herkes filmin etkisiyle donup kalmıştı) filmin baş kadın oyuncusu Lubna Azabal’e (yönetmen İstanbul’a gelememişti) yönelttiğim “Mouawad sürece ne kadar dahil oldu?” Sorusuna Azabal “bizi bütünüyle serbest bıraktı, hiç karışmadı; ne senaryo çalışmalarına ne de çekimlere geldi.” diye cevap verdikten sonra “Mouawad’ın metni o kadar katmanlı ki, bundan 10 ayrı film çıkarabilirdiniz. Denis orijinali üç saat olan oyunu 130 dakikaya indirdi” diye eklemişti.
İşte o çok katmanlı, satır araları dopdolu metni okumak büyük bir keyif.
Tiyatro yönetmeni olup da bu metni sahneye taşımak ise apayrı bir keyif olmalı; ucundan tutup öne çıkarılabilecek o kadar çok ve verimli ipucu var ki; hayran olunası.
“Yangınlar” bir noter bürosunda başlar; sanki tarafsızlığın mekanıdır noter; nötr bir yerdir.
Noter memurunun karşısında ikizler (bir halin iki ayrı yüzü: erkek ile kadın, ağlayan ile gülen, asi ile uyumlu, cahil ile eğitimli; birbirini tamamlayarak tekleşen, 1 + 1 = 2 değil, 1 + 1 = 1 olan) oturmaktadır; Jeanne ile Simon.
Anneleri Nawal 1 vasiyet bırakmıştır onlara: 2 mektup. İlki, öldü zannettikleri babalarına. İkincisi, varlığından haberdar olmadıkları ağabeylerine.
İkizler ancak bu mektupları muhataplarına ulaştırdıklarında, annelerinin mezarına ismini yazabileceklerdir…
“Ormanlar” ise garip, buruk bir kutlama ile başlar; Aimée’nin yaş günü aynı zamanda onun, karnındaki kızı uğruna ölümü seçtiği gündür.
Hemen ikinci sahnede 16 yıl sonrasına gideriz; çocuk büyümüştür, adı Loup (kurt)’tur, Aimée beş yıl önce ölmüştür ve ölürken ona bir yemin ettirmiştir: Bedeni, özellikle de kafatasının arkasındaki esrarengiz kemik parçası hiçbir şekilde bilimsel bir araştırmaya malzeme olmayacaktır.
Ancak, bir paleontolog vardır ve Aimée’nin kafatasındaki kemik parçasını incelemek istiyordur ve Loup’tan izin almaya çalışmaktadır çünkü babasından ona miras kalan bir gizemi çözmesi gerektir. Loup başta isteksiz ve isyankardır ama zamanla razı olur. Paleontolog’un Loup’a sorduğu şu soru belirleyici olur: “Nereden geldiğini öğrenmek istemiyor musun?”
Yine bir anne vefat etmiştir ve çocuğun aydınlatması gereken bir geçmiş duruyordur önünde. Hikayede yine ikizler vardır; hem de birkaç nesil boyunca karşımıza çıkan ikizler. Aimée’nin ikiziyle başlar hikaye: Karnındaki cenin (sonradan Loup olacaktır) ve kafatasındaki kemik aslında ikizlerdir; kemik Aimée’ye genetik olarak annesinden veya anneannesinden geçmiş bir ceninin parçasıdır.
“Yangınlar” kökenlere, köklere, kaynağa, başlangıca doğru bir yolculuk hikayesidir. “Ormanlar” da aynı şekilde.
“Yangınlar” bir insan hayatı sürecinde kökleri kazarken, “Ormanlar” birkaç nesil boyunca deşer geçmişi.
Oyunlar arasında kişi, yer, zaman bağlantısı yoktur; ancak onları bir dörtlemenin parçası kılan genel bir kavramda birleşirler: köken.
“Şimdi”yi anlayabilmek, “bugün”ü huzur içinde yaşabilmek için öğrenilmesi, anlaşılması, barışılması gereken “geçmiş”in, “dün”ün deşilmesi gerekir. Tarihte gittikçe daha da geriye giderek kaynağa, “ilk hikaye”ye ulaşmaya çalışılır. Bu noktada bir çok geçmiş hikayeden de esinlenir Mouwad; İbrahim’den, Musa’ya, Nuh’tan Oidipus’a esinler açıktır.
“Yangınlar”da ikizler matematikçi Jeanne ile boksör Simon, abi ve babalarını bulmak üzere anneleri Nawal’in geçmişine ve ülkesine yolculuk yaparlarken, biz de Nawal’in 14-19, 40 ve 60’lı yaşlarına gideriz.
“Ormanlar”da ise daha da gerilere gidilir; tek bir hayatın zamanını aşıp, birkaç nesil öncesine ve birkaç nesil boyunca süren karmaşık ilişkili geniş bir karakterler galerisinde dolaşırız. (Oyunun arasız süresi 195 dakikadır.)
İki oyunda da (büyük ihtimalle, dörtlemenin okumadığım diğer iki oyununda da) hikaye ilerledikçe mekanlar, zamanlar ve kişiler çoğalır, iç içe girer.
Paralel kurguda aynı zamanın farklı mekanları, farklı zamanların farklı mekanları, farklı zamanların aynı mekanları üst üste bindirilir. Aynı konu hakkında farklı zamanların farklı kişileri sanki aynı zamanı ve mekanı paylaşıyormuşçasına paralel kurguda sohbet ederler.
Örneğin “Yangınlar”da: Şimdiki zamanın Jeanne’i annesi Nawal’in 19 yaşındaki haline seslenir… Jeanne ile Simon şimdi ve burada, annelerinin 45 yıl önce ve başka bir coğrafyada ölmüş anneannesini toprağa verirler… daha da ötesi; Mouawad “Yangınlar”ın kilit karakteri Nawal’i, farklı yaşlarında aynı anda, aynı sahnede yan yana getirir.
Mouwad’ın metinlerinin çok katmanlı ve satır araları dolu demiştim; peki, ne hakkında bu metinler?
Diller, kelimeler ve harfler hakkında; kelimelerin ifade ettikleri ve edemedikleri, dilin kifayetsizliği ve gücü, harflerin aydınlığı, kelimelerin tanımlama yetisi hakkında…
İsimler hakkında; coğrafya değiştirince, taraf değiştirince, zaman değişince değişen isimler hakkında… Jannanne’ken Jeanne, Sarwane’ken Simon, Abou Tarek’ken Nihad olmak hakkında…
Susma, suskunluğu seçme ve sessizlik; gerçekler karşısında dilin tutulması hakkında…
Cahillik ve eğitim; okuma, yazma, çarpma, bölme, çıkarma, toplama hakkında…
Görmek ve körlük; görüş açıları hakkında… Matematik; kesinlik ve muğlaklık; bir artı birin her zaman iki edemeyeceği hakkında…
Hatırlamak ve unutmak hakkında; “unutmak dışında hiçbir seçme şansımızın olmaması”, “unutmak istesek de unutamıyor olmamız” hakkında… Bilmek istememek hakkında…
Söz vermek; sözünü tutmak ve tutamamak hakkında… Güvenmek; başka bir hayat için verilen hayatlar hakkında…
Aramak hakkında; aramak ve bulmak! Gerçeği aramak ve bulmak! Gerçek karşısında sessizliği seçmek hakkında… Bir yapbozun parçalarının yan yana getirilmesiyle yavaş yavaş ortaya çıkanlar hakkında…
Gerçekler ve efsaneler hakkında… Gerçeklerin efsanelere dönüştüğü coğrafyalar; efsaneye dönüşen kişiler, kahramanlar hakkında…
Ölüm hakkında; defalarca ölmek, öldüğü halde yaşıyor olmak; ölümün dilinin, milletinin, tarafının olmaması hakkında… Taraf olmak, taraf değiştirmek, taraf diye bir şeyin olmaması, tarafların her an değişmesi hakkında… Kardeşin kardeşi öldürmesi, kimin kimi ne için öldürdüğünün bilinmediği savaşlar hakkında…
Yağmur hakkında; her şeyi silen, temizleyen, yenileyen yağmur; duyguları tazeleyen, geçmişi silen, kişileri arındıran yağmur hakkında…
Zaman hakkında; “başı kesilmiş tavuk gibi oradan oraya çılgınca koşan zaman”; ve boynundan fışkıran kanda boğulan bizler” hakkında… Kurtlar hakkında; kırmızı kurtlar, ağzı kan içinde kurtlar, kapkara dişi kurtlar hakkında…
Ve sevgi hakkında; her şeye rağmen, ne olursa olsun sevmek hakkında; intikam hissini, öfkeyi yenen sevgi hakkında… Ve dostluk; özellikle de kadınlar arası dostluk, dayanışma hakkında…
“Simon
Ağlıyor musun?
Ağlıyorsan, yaşlarını silme,
Çünkü ben de benimkileri silmiyorum.
Çocukluk insanın boğazında bir bıçak gibidir.
Ve sen onu ağzından çıkarmayı başardın.
Şimdi yeniden, tükürüğünü yutmayı öğrenmen lazım.
Jeanne
Gülümsüyor musun?
Eğer gülümsüyorsan, sakın vazgeçme
Çünkü ben de gülümsemekten vazgeçmedim.
…”
-“Yangınlar”dan (Incendies), Wajdi Mouawad
İki oyunda da öne çıkan “ikilik” halleri; bir elmanın iki yarısı olmak, “birlikte olmak”; bir yanın ağlarken diğer yanının gülmesi, bir tarafın eğitimliyken diğer tarafının cahil olması… “Yangınlar”da, birbirlerini tanımadıkları için, Nawal’in oğlu tarafından tecavüz edilmesiyle ikizlerin doğmasını Nawal’in “bir kötülük bir iyiliği getirdi” diyerek yorumlaması gibi… “Ormanlar”da da Aimée kendi ölümünü seçerek karnındaki bebeği aldırmayıp “her şey o kadar üzücü de olsa, nefes almamı sağlayacak bir sevinç” diyerek… Aynı kaynaktan çıkan, yan yana olan mutluluk ve kızgınlık halleri…
Ve “ikizlik” hali; birbirini tamamlayan iki hal; antikiteden beri tiyatronun simgeleri gülen ve ağlayan maskeler gibi; ve “Yangınlar”da bu ikizliğin birleştiği, kesiştiği, hikayenin kilit noktasını oluşturan nesnenin de yine tiyatroya dair bir obje olması: Bir palyaço burnu; hüzünle sevinci bir arada yaşayan, için için ağlarken dışındakileri güldüren palyaço. Nawal’in üç çocuğu; palyaço burunlu Nihad ve Nihad/Abou Tarek’in hem çocuğu hem de kardeşi olan ikizler Jeanne ile Simon…
Wajdi Mouawad’ın oyunlarını yaratma/yazma süreci de ilginç.
Metinler provalar sırasında oyuncularla birlikte ortaya çıkıyor. Mouawad oyuncuyu rolle, rolü de oyuncuyla keşfettiğini söylüyor. Oyuncularıyla onların geçmişlerine, korkularına, çocukluk-gençlik fantezilerine dair çalışmalar yaparak çalıştığını, örneğin “Yangınlar”da Simon’un boksörlüğünü Simon’u ilk oynayan Réda Guérinik’ten aldığını, Marie-Claude Langlois olmasaydı Sawda’nın o kadar öfkeli olmayacağını belirtiyor. “Yangınlar” on aylık bir prova süreciyle oluşmuş, “Ormanlar”ın metni ise oyun kırk kere oynandıktan sonra kesinleşmiş.
Wajdi Mouawad bu yaz üç Akdeniz festivalinde; Avignon, Atina ve Barcelona-Grec’te yeni projesi, 6 saatlik “Des Femmes; Les Trachiniennes, Antigone, Electre” (Kadınlar; Deianeira, Antigone, Elektra)’yı sahneleyecek.
Mouawad’ın, Sofokles’in oyunları üzerine kurguladığı üç bölümlü projenin ilk ayağı olan “Kadınlar”ı, 2013’te “Des Héros” (Kahramanlar), 2015’te “Des Mourants” (Ölümlüler) izleyecek.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı iki yıl önce Avignon, Atina ve Barcelona festivalleriyle Kadmos’u kurmuştu ve sıcağı sıcağına Jeanne Moreau’lu Amos Gitai projesini Rumelihisarı’nda konuk etmişti. Wajdi Mouawad’ın projesinin künyesinde Kadmos’un adı geçiyor.
Bu yaz artık geçti, ama umarım önümüzdeki yılki tiyatro festivalinde, “yerleşik bir adresim yoktur, göçebeyimdir; seyahat etmeyi severim, okumayı, yazmayı… bunlarla beslenirim…” diyen Mouawad’ı şehrimizde konuk ederiz.